11 Haziran 2019 Salı

Yaşamanın Anlam ve Amacı



Güç Eğitilebilir Çocuklar’ı okuduktan sonra zihnimdeki taşlar tam yerine oturmamıştı, durmadım, Adler’in daha kalınca bir kitabı olan “Yaşamanın Anlam ve Amacı”nı okudum. İki kitap aslına benzer şeyleri anlatıyor, ama ilki eğitimcilere yönelik kısa bir özet gibiyken, diğeri daha kapsamlı ve eğer yeterince sabrınız varsa Adler’in yaklaşımını tam olarak anlamanızı sağlıyor.  Adler, yaşamın ilk beş yılında ailemizin bize yaklaşımıyla dünyaya ilişkin bir şema oluşturduğumuzu ve bu şemanın ömrümüz boyunca davranışlarımıza yön verdiğini söylüyor. Örneğin, “dünya güvenilir bir yer değil ve ben sevilmiyorum” şeması geliştiren bir çocuk bütün yaşamına bunu yansıtacaktır. (Bu yansımalara, her aile ve çocukla yaptığım görüşmede şahit olup çocukluk yaşantılarımızın muazzam etkisine bakıp hala hayrete düşüyorum.) Çocuğun yaşamını sağlıklı şekilde sürdürebilmesi  için yanlış anlaşılmalarla dolu olmayan bir şema geliştirmesi, yaşamdaki güçlüklerle baş etmesi için de toplumsal işbirliği duygusunun, diğer insanlarla bir arada var olabilme ve bir şeyler yapabilme becerilerinin geliştirilmesi gerektiğini söylüyor. Ona göre toplumsal işbirliği yaşanabilir bir dünyanın temelinde yatan şey, aile de okul da çocuğa bunu kazandırmak için uğraşmalı. Rekabet ve bireysellik yerine yaşamlarımızı toplumla bütünleştirebildiğimizde anlam bulabiliriz. Doğamızda var olan yetersizlik duygumuz ve İnsanlar arasındaki ruhsal farklılıkları anlamamızı sağlayacak anahtar toplumsal iş birliği yeteneğidir. Ona göre insan zayıf ve güçsüz bir canlı olarak dünyaya gelir. Amaçlarına ulaşması için muhakkak diğer insanlarla iş birliği yapması gerekir, yoksa yok olup gider.
Adler’in kitaplarında yazdıklarının çok kısa bir özeti olan bu yazdıklarımı şimdiki zamanlara revize edecek olursam şöyle anlatabilirim gibi geldi: İnsan ancak başkalarıyla kurduğu ilişkiler yoluyla büyüyebilir, kendini tanıyabilir, gelişip olgunlaşabilir ve yaşamlarımız anlamına ancak bir arada var olabileceğimiz bir yol aramakla kavuşur.

5 Haziran 2019 Çarşamba


Nurdan Gürbilek’in, Vitrinde Yaşamak kitabını okuyorum hayranlık ve şaşkınlıkla. 1980’lerin kültürel iklimini anlattığı yazılardan oluşuyor kitap.  Seksenlerde, kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla beraber o zamana dek özel olanın, mahrem olanın  bir patlamayla dile ve görüntüye döküldüğünü söylüyor.
Tam bir alıntıyla şöyle diyor:
“İnsanların özel hayatları kitle iletişim araçlarında daha önce hiç olmadığı kadar fazla konuşuldu, merak konusuna dönüştü, söze geçirildi, görüntülendi.”
“Bakılanla kurulan ilişki aslen bir seyir ilişkisine, sözün kendisi bir vitrine dönüştü. Birçok şeyin gösterildiği için ve göründüğü kadarıyla var olduğu, sergilendiği için ve seyredildiği kadarıyla değer kazandığı bir toplum çıktı ortaya. Epeydir vitrinde yaşıyoruz hepimiz.”
O günden bugüne kitle iletişim araçları söze dökme ve görüntü konusunda muazzzam bir ilerleme kaydetti. Bugünlerin içinden basit bir gözlemle bile artık vitrinde yaşamayı geçip her bireyin kendisinin bizzat vitrine dönüştüğünü görüyorum. Katıldığım bir eğitimde, eğitimci, günümüzde gençlerin geldiği noktayı anlatmak için, “sokağa çıkıp fotoğraflarınızı tanımadığınız insanlara dağıtır mısınız?” diye sormuştu. Evet, şimdilerde var olabilmek için çoğumuz bunu yapıyor ve normal karşılıyoruz. Artık neredeyse  tamamen görünerek var olabildiğimiz, görünmeyenin yok sayıldığı bir noktaya geldik.

Vitrin deyince,  diyor Gürbilek, “vitrinler hep bir bolluğa işaret eder ama bu bolluğu mümkün kılan, onu var eden, onun için harcanan o sırada tükenen yer almaz vitrinde. Toplum bir vitrine dönüştüğünde de bütün yaşantılar, yitirilen fırsatlar ve sarf edilen emek bir imajdan ibaret kalır.”

Bir dergide, bir fotoğrafa denk geldim geçenlerde. Mona Lisa tablosunun  sergilendiği müzede, tablonun önünde birikmiş selfie çekmeye çalışan bir kalabalığın fotoğrafı. İçinde bulunduğumuz çağın özeti gibi. Kimse sanat eserine bakmak, onu anlamak, kendini bir anlığına bırakıp eserin içinde kaybolmakla ilgilenmiyor, kimse yavaşlamıyor, kimse durmuyor, kimse ne birbirine, ne esere, ne de kendi içine bakmıyor. Yalnızca bitmeyen bir “oradaki varlığımızı görünür kılmak” çabasıyla yolumuza çıkan her şeyi saniyeler içinde tüketebiliyoruz. Eserin bize anlatacakları, aktaracakları, içimizde dolaşıp dokunacağı her şey ve imajlara dönüşen hayatımız buharlaşıyor. Oradaki varlığımız, yaşantımız gerçekleşemeden görüntüye dönüşüyor. Büyük bir sanat eserinin sessizliğini dinlemeye ne tahammülümüz, ne vaktimiz, ne de gayretimiz var.

1 Haziran 2019 Cumartesi


Ben köşede minibüs beklerken, önümde duran pazar otobüsünden elinde alabaşların olduğu bir poşetle inen teyzeye sordu binen teyze, “Kaça aldın üçünü?” “On liraya” dedi giderken kadın.
Otobüse binmek için beklerken, arkadaşına alabaşı, elma rendesi ve yoğurtla karıştırıp nasıl şahane bir lezzete dönüştürdüğünü anlattı. Kollarında bez torbalarla kadınlar sırasıyla, sakince otobüse bindiler. Bu kısacık anda sanki yemek pişirme sanatında usta bir teyze grubu tarafından türlü malzemelerle hazırlanmış bir alabaş salatası uçup geldi önüme ve ardından köye yakın yaşadığımız zamanlarda gittiğimiz pazarlara uçuverdi aklım. Nohut kucağımda kangurudayken, pazar dolaştığım günlere, mis gibi kokulara, çeşit çeşit seslere.
Bu pazar yerlerinde insanı sorgusuz sualsiz yaşamaya çağıran bir şey var. Renkleri, kokuları, hareketliliği, insana yaşadığını, her an nefes aldığını, duyduğunu, kokladığını, tattığını, bir yerlerde bir tohumun filizlenip yeşerdiğini, toprağın damarlarında suyun gezindiğini, güneşin meyveleri tatlandırıp renklendirdiğini hatırlatan bir ahenk var. Baharat ve meyve kokularını içine çekip pazarcıların kendi aralarındaki konuşmalarını dinlerken, teyzelerin bilinmedik otlar, el yapımı yiyecek ve eşyalardan oluşan renkli tezgahlarına hayranlıkla bakarken insanın dünyanın iyiliğine inanası bile geliyor.
Bir kadın balkonundaki saksıya sardunya ekiyor, bir başkası pazara elleriyle büyüttüğü domatesleri, kabakları taşıyor, bir diğeri pazara çıkarken bez torbasını katlayıp çantasına yerleştiriyor, diğeri alabaşları rendelemekle başlayan uzun, ayrıntılı bir tarifi anlatıyor arkadaşına, canlılığı koruyan, birbirini gözetip kollayan kadınlardan oluşan bir çember canlanıyor hayalimde.

diye yazmıştım kısa bir süre önce. Bu yazıyı yazıp kaydettikten bir süre sonra çocuklar için iyi bir dünya yeşertme gayretinde olan kadınlardan oluşan bir çembere dahil oldum. Gerçekten anladığım, anlaşıldığım, tazelendiğim, yüreklendiğim, umut dolduğum anlar yaşadım. Yargılanmanın ve anlaşılmamanın sırtımda ne kadar büyük bir yük olduğunu, çok sevdiğim pazar yerindeki canlılığın aslında benim içimde her an dalgalandığını, renklendiğini, seslendiğini fark ettim. Niyet edip yavaş ve sakin adımlarla yola çıkmanın, birlikte yolda olmanın ne muazzam bir deneyim olduğunu anladım.